Ekim, 2013
Türkler tavlayı doğmadan öğreniyor!
Anne karnındaki bir bebeğin, aldığı her besinden, annesinin salgıladığı her hormondan etkilendiğini biliyoruz. Yapılan son çalışmalar, öğrenme sürecinin bu noktada başladığı ile ilgili ipuçları veriyor. Bebek daha doğmadan, onu bekleyen dünya ile ilgili bilgi alıyor ve buna hazırlanıyor. Doğacağı ortamın sıcaklığından, besin kaynaklarının elverişliliğine kadar, birçok konuda bilgi sahibi oluyor.
Doğumdan sonra bu süreç artarak devam ediyor, öğrenmeyi durdurmak neredeyse imkânsız, organize kötü eğitim bile çoğu zaman buna mani olamıyor, “sürekli öğreniyorlar efenim durduramıyoruz”. Hemen bir örnekle konuya hızlı giriş yapalım. Karşınızda bir ağaç var, ağacın ortasında kocaman bir kovuk. Elinize bir taş alıp kovuğa atıyorsunuz. Kolay bir iş değil tabii ki, taşı sıkı tutmanız lazım parmaklarınızla. Elinizi doğru açıda kaldırmanız, aynı anda onlarca kası yönetmeniz gerekiyor. Taşı, tam zamanında bırakmanız lazım, üstüne üstlük doğru açıyla. Bir robota bu işlemi öğretmek için 2-3 mühendisten daha fazlasına ihtiyacınız var. Mekanik, elektronik bilgisini geçtim, taşı kovuğa yollamak için gereken enerji ve açının hesabı, yüksek matematik bilgisine ciddi bir şekilde hâkimiyet gerektiriyor.
Hepimizin bildiği gibi işler bu kadar karmaşık bir şekilde ilerlemiyor aslında. Taşı atarsın, yavaş mı geldi, biraz daha hızlı atarsın. Elini kolunu biraz oynatarak yönünü ayarlamaya çalışırsın. Önemli olan önce ağacı tutturmak, sonrası daha kolay. Gitgide daha iyi attığını gördüğün için, moralin de bozulmaz. 5-10 atıştan sonra ilk taş girer kovuğa, şimdi önemli olan başarılı olan hamleyi kodlamak, ezberlemek.
Öğrenmek bizim işimiz, belki de en iyi yaptığımız şeylerden biri.
Sokakta yürürken girin rastgele bir kahveye, hatta bir dükkâna girin. Sorun içeridekilere, “Burada tavlayı çok iyi bilen var mı?” diye. Ne cevap alacağınızı tahmin etmek zor değil. Benim bugüne kadar eğitim verdiğim her sınıfın, en az %30’su tavla uzmanı olduğunu iddia edecek kadar kendine güvenen öğrencilerle doluydu. Bu uzmanların birçoğu, ünlü bir tavlacının veya herhangi bir tavla şampiyonasının adını bilmiyorlar, hatta hayatlarında bir tane bile olsa tavla kitabı görmemişler, bırakın okumayı. Tavlada maalesef oldukça geri sıralardayız, son istatistikleri takip etmiyorum ama ilk 50’de hiçbir Türk ismi görmedim şu ana kadar.
“Ee kardeşim, taşı kovuğa atmayı öğreniyorsun peki tavlayı neden öğrenemiyorsun?” demezler mi adama. Biraz daha makul bir kıyaslama olması için satranç ile tavlayı ele alalım. Satrançta bir kişiye karşı kaybedip etmeyeceğinizi çok hızlı anlarsınız. Seviyeler çok belirgindir, hatta turnuvalar genelde seviyenize göre yapılır ki, zevkli olsun. Tavla da ise, yeni başlayan birinin dünya şampiyonunu %20 olasılıkla yenme ihtimali vardır. İstatistiksel olarak, beş puanlı bir maçta, ortalama bir oyuncu her dört maçından birinde, dünya şampiyonunu yenecektir. Maalesef bu yüzden tavlayı öğrenemiyoruz. İnsan, bir yarışmayı kazandığında her şeyi ezberler, nasıl başardığını unutmak istemez. Başarısızlıklar ise daha iyi öğrenilir, örneğin üzüntü oldukça iyi bir ezber mekanizmasıdır, ne kadar derin ise o kadar iyi öğrenilmiştir. İçinde şans faktörü olan oyunlarda, hatalı durumları ezberlemek ise çok olasıdır. Kaybettiğiniz maçta çok doğru oynamış olabilirsiniz veya kazandığınız maçta aslında rezalet oynamışsınızdır. Belirli bir oyun sayısından sonra, istatistik tutmuyorsanız, kendinizi iyi zannetmeye başlamanız oldukça olası. İşte bu yüzden hepimiz kendimizi başarılı sanıyoruz ama maalesef ortada pek başarı yok.
Hayat, satrançtan çok tavlaya benzer, şans faktörü her zaman işin içindedir. Bu yüzden öğrenmek için basit güdülerimizden biraz daha fazlasına ihtiyacımız vardır.
Fotoğraf : Klearchos Kapoutsis